22 Ağustos 2015 Cumartesi

KİNYAS VE KAYRA - HAKAN GÜNDAY

Kitabın Adı: Kinyas ve Kayra
Yazarı: Hakan Günday
Yayınevi: Doğan Kitap
Sayfa Sayısı: 531

“"Hiç uykum yok. Hiç uyuyamıyorum. Domuz gibi içiyorum. Ama gözlerimi kapalı bile tutamıyorum. Sabaha beş saat var. Annemi düşünüyorum. Nerededir şimdi? Aynada kendime bakıyorum bazen. Ve tek kelime etmesem bile vücudum yaşadıklarımı, hayattan ne anladığımı anlatmaya yetiyor. Sağ omuzuma kendi çizdiğim kelebek, beğenmediğim için üzerine attığım çarpı işareti ve altında aynı kelebeğin bir Japon tarafından çok daha iyi işlenmişi. Sol dirseğimin iki parmak yukarısındaki kurşun yarası. Bileklerimdeki otuz dört dikiş. Medeniyeti bir aralar, herkes gibi yaladığımı kanıtlayan apandisit ameliyatımın izi. Ve sırtımı kaplayan, Tanrı'nın yüzü. Bilmiyorum... Hızlı yaşadım. Ama genç ölmekten çok, hızlı yaşlandım! Ama hayattayım.
Kayra, bir gün bana 'Mutsuzluğuna hiçbir çare aramıyorsun' demişti."”

***
Devamı ise şöyle geliyor Kayra’nın sözlerinin ki kulağıma küpe, başucuma çerçeve yapıp asmışımdır bu sözlerini: ‘Mutsuzluğuna hiçbir çare aramıyorsun.’ der Kayra ve ekler: ‘En büyük acının kendininkinin olduğunu düşünüyorsun. Dünyadan haberi olmayan bütün geri zekalılar gibi. Ölmesine çeyrek kalmış, herkesi yaşadığına pişman etmeye çalışan, sağlıklı oldukları için suçluluk duymalarını isteyen hastalıklı, yaşlı bir kadın gibisin.’
                Aras Bulut İynemli’nin “Tamam Mıyız?” isimli filmiyle tanıştım bu kitapla ilk. Filmden ne kadar etkilendiysem sırf içinde bu kitap geçiyor diye hemen gidip alıp okudum kitabı. Kitap beni daha çok etkiledi. 2 sene geçmesine rağmen okumamın üzerinden, hala açıp okurum altını çizdiğim yerleri. Farkındalığa bir pencere olduğunu düşünüyorum bu kitabın. Ve ayrıca bir Türk yazardan çıktığı içinde ayrıca bir gurur duyuyorum okur olarak.
                Yer altı edebiyatının önemli temsilcilerinden bu kitap. İçerisinde ağır melankoli, tükenmişlik, çaresizlik, amaçsızlık, hayatta olmaya ağır bir tepki var. Yaşama ve hayatta olma fikrini beğenmeyen, hayattaki bir çok şeyin sahteliğinden ve olmasa da olurlara verdiğimiz sahte değerden yakınan iki başrolle ve bu iki başrolün diliyle anlatılıyor bu kitap.
                En başta felsefesi çok hoşuma gitti. Gerçek hayatta fiziki olarak karşımızda görsek bu iki adamı çoluğu çocuğu toplar bucak bucak kaçarız aslında bu tiplerden. Annelerimizin görüşme o çocukla dediği çocuklar bunlar. Ama o kadar doğru yerlere parmak basıyorlar ki “Evet ya çok haklı aslında!” deyiveriyorsunuz okurken. Sanki hayatın anlamsızlığından bahsediyorlarmış gibi gelebilir ilk başta. Oysa hayır! Onlar anlamın anlamsızlığından bahsediyorlar. Gerçeğin ya da inandığımız gerçeğin ve inandırılan doğrunun nasıl pis bir ilizyon olduğundan bahsediyorlar.
                Bu sahtelikte onları her şeyden koparmış zamanla. Aileden, arkadaştan, aşktan, inançtan, sevgiden, istekten, insan olmaktan… Ölmeye yatmaya karar vermişler bir gün. Ama yanlış anlamayın intihar falan etmiyorlar. Onlar hayatta değiştirilemeyen, üstünde ilizyon yapılamayan tek gerçekliği, ölümü, iliklerine kadar yaşama derdindeler..
                Onları bir şey vazgeçirir mi ki bu yoldan? Saatte 200 km hızla kocaman bir duvara doğru bile isteye, güle oynaya (!) giden bu iki kafadarı döndürecek bir fren var mıdır? Ya da ölüm onlar için gerçekten tek çare midir? Okuyup görmekten başka çare yok gibi.
***
                Yine de bu tuhaf dünyanın kapılarından içeri girerken yani Kinyas ve Kayra’nın yer altına inerken 18inizden büyük olmaya dikkat edin. Bu kitabı kitaplığınızın kolay ulaşılabilir bir köşesine koyun ve gerçeklerle yüzleşmeye hazır olun. Biraz ters bir dille belki ama sert bir tokat gibi yüzünüze vuruyor çünkü gerçekler. Keyifli okumalar...

29 Mayıs 2015 Cuma

AGAFYA - ERTÜRK AKŞUN

Kitabın Adı: Agafya
Yazarı: Ertürk Akşun
Yayınevi: Destek
Sayfa Sayısı: 462
Puanım: 3

“Sana yeni bir isim verdim ben, "Agafya" dedim. "Yüce aşk" dedim.
Kalbimin en derinine sakladım seni, kimse görmesin istedim.
Ve o ismi sadece ben bildim ve sen sadece benim oldun...

"Beni sevmek bana tahammül etmek demektir. Eğer beni seviyorsan buna katlanacaksın. Beni ben olmaktan çıkararak sevemezsin. O zaman sevdiğin kişi ben değil, başka birisi olur. Sen başka birisini istiyorsan, o zaman başka birine git, ben ise buyum. İşte senin asıl çaresizliğin de burada başlıyor Anton."

1920'li yıllar. Rusya'da büyük bir devrim olmuş, Avrupa birdenbire kendi derdine düşmüş, Birinci Dünya Savaşı'nı yarıda kesmek zorunda kalmıştır. Devrimden kaçan Rus asilzadeler, dillere destan güzel Rus kadınları, işgal altındaki İstanbul'un yolunu tutmuşlardır. Bir tarafta Anadolu'da amansızca süren ölüm kalım savaşı, bir tarafta İstanbul'un yeni tanıştığı gece hayatı... İstanbul, tarihinde ilk kez kadınlarla ama bambaşka kadınlarla tanışmaya hazırlanmaktadır... Bir tarafta gurbette yaşanan kanlı bir aşkın hikâyesi... Bir tarafta intikamlar, trajediler, aşklar...”
                                                                                           ***
Merhaba arkadaşlar =) Bloğumun Cuma yorumları köşesinin ikinci konuğu bu ay bitirdiğim ve instagram hesabımda da yorumunu yaptığım sevgili Ertürk Akşun’un Agafya’sı. İnstagramda yorumunu yapmıştım ama daha detaylı anlatmak istedim. Umarım seversiniz. Keyifli okumalar =)
Agafya okuduğum en ilginç aşklardan birini anlatıyordu. Hem de 3 farklı açıdan. Bende bu kitabı 3 farklı karakter için anlatmak istiyorum.
                Rusya’daki ihtilalden kaçıp dadısıyla birlikte Türkiye’ye sığınmak zorunda olan bir Agafya var kitapta. Genç kızlığında yaşadığı olaylar yüzünden aşkı şiddetle bağdaştıran ve sevmenin sadece şiddetle olabileceğine inanan, şiddetle seven yaralı bir kız. Türkiye’ye yolculuğu sırasında, daha geminin güvertesinde güzelliğiyle herkesi etkileyen, diğer kadınlardan çok farklı bir güzelliği, aslında güzelliğinin arkasında herkesin sahip olmaya da çalışacağı bir gizemi ve erkekleri baştan çıkaran dişiliği olan bir kadın Agafya. Kitap boyunca Agafya’nın ne istediğini anlayamıyorsunuz. Aşk mı, güç mü, para mı, şehvet mi, şiddet mi? Agafya bence hepsine sahip ama hiç biriyle yetinmeyen bir karakter. Anton’un aşkına karşın dostluğu, Tegami ile aşkı, şehveti, şiddeti, Olga ile masumiyeti, Kotik ile anneliği, değişik maceralarla gücü yakalamasına rağmen hiç biriyle yetinmediği için sonunda hepsinden olan beni çok kızdıran bir karakterdi Agafya.
                Anton ise Rusya’dan kaçıp Türkiye’ye sığınanların yaşamını haber yapmak üzere görevlendirilmiş bir İngiliz … Geminin güvertesinde kızıl saçlı Agafya’ya aşık olacak ve bütün kitap boyunca bu aşkı iliklerine kadar yaşayacak ama asla karşılığını bulamayacak. Agafya şehvetli ve bencil rüzgarıyla onu savurup duracak. Ama bütün erkeklerde olduğu gibi Anton’da rüzgarında sarhoş olduğu bu kadından ne olursa olsun vazgeçmeyecek.
                Olga… Anton’un kanatları altında küçük yavrusu Kotik’le beraber gemiye binen, hiç tanımadığı Anton’a sığınmak zorunda olan, kocasını Rusya’daki savaşta kaybeden hikayenin belki de en masum karakteri. Aşk üçgeninin görünmeyen halkası Olga. Önceleri minnetle başlayan sevgisinden platonik bir aşka dönüşen Anton’un sevdiği kadınla kader yoldaşlığı yaparak, birbirlerinin en iyi arkadaşı olarak en büyük acıyı çekmiş, beni en çok üzen ve hala daha gözlerimin dolmasına sebep olan karakter Olga..
Bütün bunları birleştirince birden fazla üçgen çıkıyor karşınıza: Aşk üçgenleri. Acaba ne olacak diye merak ettiren bir kitap olmamasına rağmen hikayesi hoşuma gitti. Asıl benim için önemli olan: kitapta altı çizilesi bir çok cümle vardı. Bu da benim için bir kitabı 2-0 öne geçiriyor.
                Peki ben bu kitaba neden 3 verdim? Çünkü bir aşk romanı için fazlaca tarih içeriyordu. İtiraf etmeliyim ki ben o sayfaları atladım okurken. Aynı zamanda çok fazla yazım yanlışları vardı. Bu da kitabın okunma hızını düşüren bir etkendi. Bu da 2 puan kırmama neden oldu nacizane.
                Eğer Rus gece hayatının ülkemize nasıl sızdığını merak ediyorsanız ve bu değişik aşk üçgenlerini kendi dilinden dinlemek istiyorsanız sizleri Agafya’nın hayatına davet ediyorum. Şimdiden keyifli 0kumalar. Hoşçalın.
Ayşe.

22 Mayıs 2015 Cuma

BANA SIRTINI DÖNME- SİNAN AKYÜZ

Kitabın Adı: Bana Sırtını Dönme
Yazarı: Sinan Akyüz
Yayınevi: Alfa
Sayfa Sayısı: 328
Puanım: 4
“Kimin sadık olduğuna, kimin olmadığına karar vermek imkânsızdır. Çünkü hiçbir ihanet asla birbirine benzemez. Neden erkeğin sadakatsizliği ağızlarda sakız olmuşken, kadının sadakatsizliği bir sır gibi gizemini koruyor?

Peki kadınlar gerçekte ne istiyorlar? Aslında ne istediğini iyi biliyor da bunu anlamak istemeyen erkekler mi?

Adı ister Arzu olsun, ister Seda, her kadının ayrı bir öyküsünü bulacaksınız bu kitapta. Kadınları sorgulayan bir erkeğin bakış açısından gerçek kadın öyküleri okuyacaksınız. Aldatan ve aldatılan kadınların itirafları karşısında şaşıracak, bir erkeği elde edebilmek için sınırları aşanlara karşı öfkeleneceksiniz. "Erkekler mi saf, yoksa kadınlar mı şeytan?" sorusu takılacak aklınıza.

Sinan Akyüz, dalgalı bir denize benzettiği kadınların, erkekler tarafından neden anlaşılmadığının ipuçlarının veriyor bizlere.. "Masum görünen her kadını içinde bir şeytan gizli olabilir mi?"

Yoksa... "Yalnızlık, kadın ve erkeğin yeni kaderi mi?" Bu kitabı okurken, kendi hayatınızın hikâyesini dinleyeceksiniz. “

16 Mayıs 2015 Cumartesi

YENİ KARARLAR, YİNE BAŞLANGIÇLAR

Merhaba Arkadaşlar =)
                Yeni bomba haberlerim ve istikrarlı olacağıma dair kendime verdiğim sözlerim var. Şu anda bu yazıları birileri okuyor mu bilmiyorum. Okuyacak mı hatta sevecek ve birilerine: “Mutlaka okumalısınız!” diye tavsiye edecek mi, hiçbir fikrim yok. Ama önemli değil. İlk instagram hesabımı açtığımda da asıl amacım bir blog sahibi olmaktı. OrAda okuyan 1 kişi bile olsa, bu koca evrenden 1 kişiyi bile etkilesem benim için kafi idi. o yüzden şimdi yeni bir heyecanla yazmaya başlıyorum. yeniden... 
                Gelelim şu muhteşem kararlarıma:
1)      Bundan sonra geçmişe dönük değil ama hafta hafta ay ay okuduğum kitapların yorumlarını buraya gireceğim. Böylece hem kitaplarımla olan ilişkim kuvvetlenecek hem de sizlerle diye düşünüyorum.
2)      D&R’dan çok büyük sabırsızlıkla bir kitap siparişi verdim. İsmi "9 saniye ayakta zor durabilmekten günde 9 km yürüyebilmeye" =) bu kitapla da yeniden spora başlamayı düşünüyorum. Beynimi kitap okuyarak kuvvetlendiriyorum ama gün içinde o kadar çok oturuyorum ki vücudum neredeyse yürümeyi unutacak gibi hissediyorum. Ve bu hareketsizliğin anksiyete dahil bir çok psikolojik rahatsızlığın sebebi olduğunu biliyorum. Bunlardan uzak durmak adına en çok sevdiğim spor olan pilatese de geri dönmek istiyorum ve çok kararlıyım.

7 Mart 2015 Cumartesi

MUTLULUK - ZÜLFÜ LİVANELİ

Merhaba sevgili kitap dostlarım J bugün yine hayatımda özel yeri olan kitaplardan birinden, Zülfü Livaneli’nin o tadına doyulmaz kaleminin bir ürününden bahsetmek istiyorum. Kadına şiddetin sıkça konuşulduğu günümüzde hala okumayanlar için “Mutluluk” adlı roman yarayı deşici özellikte diyebilirim. Kısaca özetini anlatmam gerekirse olay şöyle gelişip sonuçlanıyor:
“Meryem annesini doğumda kaybetmiş genç bir kızdır. Hem amcasının eşi hem de annesinin ikiz kardeşi olan teyzesi tarafından büyütülmüştür. Meryem teyzesini çok sevmesine rağmen teyzesi Meryem’den nefret eder. Onu kardeşinin katili olarak görür. Meryem’i düşünen tek kişi köyün ebesi Meryem’in bibi dediği yaşlı bir kadındır. Bu kimseye zararı dokunmayan genç kıza amcası tecavüz eder ve hikaye asıl o zaman başlar. Kız korkusundan kimseye bunu yapanın amcası olduğunu söyleyemez. Amcası ise namus davası adı altında kızın ölmesini emreder.. Meryem’i kendisini asması için bir odaya kapatırlar. Fakat istenilen sonuç alınamaz. İş artık Meryem’in amcasının oğlu olan askerden yeni dönmüş Cemal’e kalmıştır. Plana göre cemal kızı İstanbul’a götürecek ve namus davasına kurban gitmiş her kız gibi yüksek bir yerden aşağı atılarak infazı gerçekleştirecektir. Ancak cemal bunu yapamaz ve kızı alarak asker arkadaşının yanına sığınır. Kızı öldürme işini bir süre ertelemiştir Cemal. Bir balıkçı kulübesinde iş tutmaya başlarlar. İrfan Kurudal isimli yaşlı profesörle ise burada tanışırlar. Yaptığı işten sıkılan İrfan Kurudal bir tekne ile denize açılır ve kader Cemal ve Meryem’le yollarını kesiştirir. İrfan arkadaş olmaya çalışırken Cemal çok soğuk davranır, Meryem ise sevmiştir İrfan’ı. Bir süre sonra yedikleri içtikleri ayrı gitmemeye başlar. İrfan kızın psikolojik tahlilini yapmaya ve onun hayatını öğrenmeye merak salmıştır. Bu çalışmaları sırasında Meryem’e tecavüz edenin amcası  olduğunu öğrenir. Cemalle bir kavgaları sırasında da bunu Cemal’e söyler. Cemal duydukları karşısında şok olur. Meryem’den uzaklaşmaya çalışır ancak Meryem ondan uzaklaşmak yerine cemali abi gibi benimser ve ona yardım eder. Kulübelerinin yanında gözlemecilik yapan bir kadının oğluyla evlenen Meryem’e İrfan yüklü bir para bırakır. Meryem’de bu paranın yarısını Cemal’e vererek onu hayatından çıkartır. Artık Meryem için mutlu bir hayatın kapıları aralanır.
Meryem’in bu öyküsünü yaşamış kim bilir kaç kız var? Kim bilir kaç kız İstanbul köprülerinden birinden ölümün soğuk kucağına atıldı? Şüphesiz hepsi Meryem kadar şanslı değildi. Şanslı diyorum çünkü büyük çoğunluğu Meryem gibi evlenip mutluluğa yelken açma fırsatı bulamadı. Büyük çoğunluğu kendilerinde namus olmayan namus bekçileri tarafından infaz edildi. Namusları kendi kanlarıyla temizlendi bir çok kızın.
Bu kitabın adı niye mutluluk acaba diye düşünürken bir cevap buldum kendimce. “mutluluk akan olayın içinde aranmaz. Mutluluk sondadır. Mutlu sonda.”

Hala okumayanlar için kitabını şiddetle tavsiye ederim. Aynı zamanda Özgü Namal’ın oyunculuğuyla taçlanmış muhteşem filmi tekrar tekrar izlenesi filmlerden.. Şimdiden keyifli okumalar ve iyi seyirler J

15 Şubat 2015 Pazar

Özgecan Aslan

Merhaba diye başlamayacağım bugün sözlerime. Çünkü aslında şimdi hiç selamlaşacak havada değiliz ülke olarak. Üçüncü yazım ne olacak acaba diye düşünürken bunun gencecik bir kızın nasıl canını yaktıkları ve o canı nasıl aldıkları üzerine olacağını tahmin etmemiştim.
Özgecan Aslan… Kim bilir ne stresler yaşayarak girdi üniversite sınavına. Hayatının son geceleri olduğunu bilmeden sabahlara kadar ders çalıştı belki. Sonunda üniversiteyi kazandığında nasıl mutlu oldu kim bilir.
Özgecan Aslan… Okuldan eve dönmeye çalışan gencecik bir beden ama bendenin içinde yaşayan kocaman bir kalp, gencecik bir ruh, içinde hayat planları saklı bir beyin ve bir sürü hayal… Bir minibüste beden dışında hiçbir şey görmeyen bir hayvan yüzünden toprağın altında tek bir beden olarak kaldı şimdi.
Özgecan aslan… Neler geliyor aklıma. Aşık mıydı acaba? Platonik belki var mıydı kalbinin içinde gizli biri? Ya da yarın için ne planı vardı? Geçemediği sınavlara üzülüyor muydu? O minibüste az sonra yaşayacaklarından habersiz ne düşünüyordu? Çok canı yandı mı mesela? Çığlıkları katilinin kulaklarını çınlatıyor mudur?
Aklımda o kadar çok soru var ki. Kalbim dondu sanki. Yazacak bir kelime bile bulamıyorum. Benim dinim, benim peygamberim bizi size emanet etmişken bu nasıl bir vahşet? Hani sizin o peşinden koşturduğunuz namusunuz? Hani şerefiniz? İnsanlığınızı nerede düşürdünüz? 26 yaşında evli bir adam(!) gencecik bir kızın bedeninden ne ister? Nasıl bir nefis bu?
Ama ben eminim. Bu hayvan ilk kez bir kadınla beraber olduğunda babası sırtını sıvazladı, annesinin koltukları kabardı. Çünkü oğlu erkekliğini ispatladı. Evet oğullarına bir organı nasıl kullanacağını, nefsine hakim olmasına gerek olmadığını öğrettiler ama adam olmayı, insan olmayı, hadi insanlığı geçtim hayvandaki vicdanı bile öğretememişler. Çünkü o erkek ve ona her şey mübah. Erkeğin elinin kiri. Erkektir elini yıkar geçer kızın adı lekelenir. Bu cümleler sizede tanıdık geliyor mu? Bu cümleleri kim kuruyorsa onlar da bulaştı Özgecan’ın, Irmağın’ Mert’in adı unutulan kızların, dayaktan ölen kadınların kanına.
O dolmuşta bende olabilirdim, sende, senin kızında. O dolmuşta o namussuzun kardeşi de olabilirdi. Biz her gün o dolmuşlara biniyoruz. Biz adı kadın olan yaratıklar ne kadar hızlı koşarsak kurtuluruz zulmünüzden? Ne yaparsak biter bu kin? Siz içinizdeki o nefsi daha ne kadar besleyeceksiniz? Siz ne kadar erkeksiniz?
Özgecan aslan. O bugün toprağın altında. Bizse birer potansiyel özgecan olmaktan başka neyiz?
Allah ıslah etsin.

Başımız sağolsun.

11 Şubat 2015 Çarşamba

Çizgi Filmler, Kitaplar ve Çocuklar


Merhaba J
İkinci blog yazımla karşınızdayım. Bu kanalda sizlerle kitaplar üzerine konuşacağız demiştim. Ama sanırım ilk önce kitabı hayatımıza nasıl alacağız karşılıklı bundan bahsedelim. Dün instagramdaki sayfamda bu tatlı tweety’yi paylaşmış ve çocuklara yanlış izlettirilen çizgi filmlerden bahsetmiştim. Daha derinlemesine bir araştırma yapıp bunu şimdi bir de bu kanaldan sizlere sunmak istedim. Bugünkü konumuz çocuklarda çizgi film ve kitap alışkanlığı ve tabi ikisinin de yarar ve zararları üzerine.
Yeni çağın çocukları neredeyse doğmadan tablet, bilgisayar ve telefon kullanmayı biliyor. Daha okuma yazma bilmeyen çocuklar elimdeki telefonu alıp youtube’dan pepe’yi açabilecek kıvamda. Bizde ne zeki çocuklar diye bakıp bir de üstüne takdir ediyoruz. Oysa internetten ve çeşitli kitaplardan küçücük bir araştırma yapıldığında ortaya çıkan sonuçlar vahim. Yeni çağın çocuklarının o modern anneleri çocuk bir an önce yemeğini yiyip uyusun diye çocuğu televizyonun karşısına oturtuveriyor. Çocuk o renkten patlayan çizgi filmleri izlerken kafası ambole olmuş bir şekilde yemek yemeye bile itiraz edecek dikkati toplayamıyor ve kolayca yemeğini yiyor. Kısa vadede iyi bir şeymiş gibi görünebilir. Ancak uzun vadede dikkat dağınıklığı, anksiyete bozukluğu gibi bir çok rahatsızlığın sebebi televizyon başında yediğimiz ve yedirdiğimiz yemeklerden kaynaklanıyor.
Bunun dışında bir diğer önemli sorunda başka bir makalede çıktı karşıma. Makalede 6 yaşından küçük çocuklara kesinlikle televizyon izletilmemesi gerektiği ve sosyal çevrelerinin özellikle güçlendirilmesi gerektiği açıkça belirtilmişti. 6 yaşından küçük çocuklar hayal ile gerçeği ayırt edemediklerinden dolayı soyutluktan ziyade karşılarına somut, elle tutulur gözle tutulur gerçeklikler sunulmalı. Arkadaş çevrelerini geliştirmek, yüzmeye götürmek, çeşitli etkinlikler düzenlemek ve tabi en önemlisi yaş gruplarına uygun kitaplar okumak birkaç örnek yalnızca. 6 yaşından büyük çocuklarda da kontrolü elden bırakmamak ve kaliteli yayınlar izletilmek koşuluyla televizyon yarara bile dönüşebiliyor.
Çizgi filmlerle ilgili yaptığım bir başka araştırmada çizgi filmlerde şiddet ve gerçekdışı sonuçları üzerineydi. Çok doğru bir söz daha ilgimi çekti ki sizinlede paylaşmadan geçemem. “şiddet, çizgi filmlerle masumlaştırılarak çocuklara servis ediliyor.” Çok çok çok doğru!! Hastanelerin acil servisleri Süpermen gibi uçan, pepe gibi düşen, tazmanya canavarı gibi ağaçlara toslayan ve arkadaşına vurduğunda ona zarar gelmeyeceğini düşünen çocuklarla dolu. Çünkü çocuklar her gün televizyonda uçan kaçan bir sürü sevimli karakter izliyor. Ve onlara hiçbir şey olmuyor. Bu yüzden 6 yaşından küçük çocukların televizyona değil kitaplara ihtiyacı var diyoruz. Çünkü bir çocuk bir dönem hayal ile gerçeği ayırt edemiyorsa ona sadece gerçekleri göstermek ebeveynlerin en temel görevi. Hayal güçlerini ise resim çizerek, kitaplar okuyarak geliştirmek yine ebeveynlerin elinde.
Peki kitap okumanın çocuklara ne gibi faydaları var? Kitap okumak;
·         Çocuğun hayal gücünü geliştirir
·         Algılamasını kuvvetlendirir
·         Kelime hazinesini geliştirir
·         Çocuğa kitap okuyan anne baba ile çocuk arasındaki ilişki kuvvetlenir.
·         Dış çevre hakkında bilgi sahibi olmasına yardımcı olur
Tabi bütün bunlar çocuğun yaşına uygun kitaplar seçilmesiyle mümkün. Çocuğa korku hikayeleri okuyacaksanız bırakın çocuk pepe’yi izlesin.

Çocuklar benim için çok değerli. Bir kere hepsi gelecek demek. O gelecekte bizlerinde çocukları ve torunları olacağına göre şimdiden düzgün bir gelecek inşa etmek; algılaması ve yorumlaması güçlü, özgüveni tam çocuklar yetiştirmekle mümkün sanırım. Kendimce karaladığım şu yazıyla geleceğe bir katkım olabildiyse ne mutlu bana. Hadi televizyonları kapatın ve kitap okumaya koşun. Keyifli okumalar ve mutlu yarınlar J

9 Şubat 2015 Pazartesi

Yeni Blog Hep Aynı Heyecan!!

Merhabaaa :)
Benim için hayattaki en zor şeylerden bir tanesi de yeni bir işe başlamak sanırım. Şu yazıya bile nasıl başlayacağımı bulana kadar akla karayı seçtim. Google'a "Bloğa giriş cümlesi" bile yazdım varın gerisini siz düşünün :) 
Hayatımdaki yeni heyecan artık bu blog. İlk yazımda da kendimden ve neden burada olduğumdan bahsetmek en doğrusu olur diye düşündüm. Sonuçta geçtim klavyenin başına "Ya Allah Bismillah" der başlarım müsadenizle. Bu arada orada olup olmadığınızı bilmeden, bunu okuyacakların kimler olduğunu bilmeden yazmak ayrıca eğlenceliymiş. :) 
Efendim bendeniz Celal Bayar Üniversitesi 3. sınıf iktisat öğrencisiyim ama bloğumun adından da anlayacağınız üzere ekonomiden değil edebiyattan dem vurmak üzere buradayım. 2014'ün yazında güneşli bir sabaha uyandığım sıralarda "Edebiyata dair bir şey yapmalıyım. Ama ne?" diye uzuun uzuuuunn düşündüm. Sonunda aklıma blog yazma fikri geldi ama bir blog açmaya ve bunu iş edinip bağlanmaya ne kadar hazırım bilemedim. Bu sorumluluğa cesaret edemedim işin aslı. Sonra "Belki blog yazamam ama instagram üzerinden pek ala bir instablog yönetebilirim." dedim. Ve bundan tam 5 ay önce kitap günlüğüm 'ü instagram üzerinden yazmaya başladım. İşte buralara gelebilecek cesareti ancak 5 ay sonra bulabildim ki buradayım. 
Peki burada ne yapıcam?
  • Okuduğum kitaplardan,
  • Popüler kitaplardan,
  • Şiirden,
  • Edebiyatın her türlü formundan,
  • Aşktan,
  • hayattan,
kısacası ilginizi çekebileceğini düşündüğüm her türlü konudan dem vuracağım. İlginizi çekerde okursanız, beğenirseniz ve hatta belki yorum bırakırsanız dünyanın en mutlusu ben olurum. 
Beraber nice kitaplara. Keyifli okumalar!!